Brian De Palma tarafından yönetilen 1980 tarihli ‘Dressed to Kill / Öldürmeye Hazır’ isimli filmde, evliliğinde cinsel yönden düş kırıklığına uğramış, geçkince bir kadın olan Kate Miller (Angie Dickinson) sorunlarıyla ilgili psikoterapi görmek üzere, New Yorklu gözde psikiyatr Dr. Robert Elliott’ı (Michael Caine) ziyaret eder ve seans esnasında ona sorumsuz –gizli ve evlilik dışı– bir seks ilişkisi önerir.
Doktor’un evliliğini ve meslek ahlâkını gerekçe göstererek kendisini reddetmesinin ardından, bir sanat galerisindeki sergide tanıştığı yabancı bir genç adamla tatmin edici bir ilişkiye giren Kate, onunla birlikte sevişmeye gittiği apartmanın asansöründe kara gözlüklü, uzun boylu, sarışın bir kadın tarafından usturayla parçalanarak öldürülür.
Başkalarının başına bir şey gelmeden önce katili yakalama yolunda umutsuz bir çaba içinde olan Dr. Elliott korkunç gerçeğe giderek yaklaştıkça, kendini baştan çıkarıcı, ölümcül bir saplantı, sapıklık ve aldatma lâbirentinin içinde bulur. Kadın kılığına girerek öldüren usturalı korkunç katil Dr. Elliott’un ta kendisidir.
Yaşayamadığı dişiliğe sahip güzel kadınlara karşı kıskançlıkla dolu hınç duyan travesti bir katilin korkunç eylemlerinin anlatıldığı bu kült film ilk gösterildiği dönemde eşcinsellerin tepkisini üzerine çekse de gerçek hayatta travesti seri katiller vardır ve bu türden psikopatlar genellikle kurban olarak kadınları seçerler, çünkü onları fena halde kıskanırlar.
Bazı bilim insanları 1960’larda erkekliğin aşırı hormonal boyutlarıyla şiddet arasında bir bağ kurmaya çalışmışlardır. Araştırmalarına göre, fazladan bir Y kromozomunun olması, bir erkeği şiddet içerikli suça yatkın hale getirmektedir. Abartılı erkeklik durumu -XYY Sendromu- adı verilen bu bozuklukla ilgili bir derleme yazmıştık.
Bu defa, tam tersine bir genetik bozukluğa sahip katillerden biri olan -1970’lerde on kadını öldüren- Bobby Joe Long’un (d:1953) vücudundaki her hücrede fazladan bir X kromozomu vardı. Ergenlik çağında iken Long’un vücut bezleri kadınlık hormonu östrojeni aşırı miktarda üreterek göğüslerinin büyümesine neden olmuştu.
Bu durum karşısında duyduğu utancın Long’un zihinsel dengesizliğine katkıda bulunmuş olduğu muhakkaktır, ancak ankara travestileri seri katilin gençlik çağlarındaki tek sorunu bu değildi. Annesi diğer yaptığı olumsuz ebeveynlik davranışlarının yanı sıra oğlu on üç yaşına gelene dek onunla aynı yatağı paylaşmıştı.
Uzmanlara göre, böyle bir aile yapısı içerisinde bulunmak, bir erkek çocuğun ruhsal yapısını bozan dış etmenlerden en önemlisidir.
XXY Sendromu’ndan muzdarip bir diğer seri katil, Paris’te en az 18 –Fransız polisine göre 21-kişiyi öldürmüş olan Thierry Paulin (1963–1989)’dir. Montmartre Canavarı olarak da tanınan Paulin 1984–1987 yılları arasında çalıştığı kabarelerdeki istanbul travestileri gösterilerinden arta kalan zamanlarında kadınları öldürüyordu.
Travesti siteleri katillerin ruh hallerini ve hormonal yapılarının suça olan etkisini anlatan yazıya ‘Dressed to Kill’ filmiyle başladık, ama esasında söz konusu temanın sinemada kullanımı yirmi yıl öncesine gider. Tüm zamanların en meşhur gerilim filmlerinden biri olan Hitchcock’un ‘Sapık– Psycho’sunda (1960) Norman Bates (Anthony Perkins) annesinin kıyafetlerini giyip de zavallı Marion Crane’i (Janet Leigh) duşta öldürdüğünden beri, cani ruhlu travesti figürü, korku filmlerinin vazgeçilmezlerinden biri haline gelmiştir.
Gerçek hayatta karşı cins gibi giyinmekle şiddet arasında somut bir bağlantı olmasa da, travestiliğin baskın bir etken olduğu cinayet vakalarının az olmadığını belirten uzmanlar kız gibi giydirilen erkek çocukların bu ağır travmadan olumsuz etkilendiklerine emindirler.
Hem Charles Manson, hem de Henry Lee Lucas çocukluklarının ilk yıllarında kız gibi giyinmeye zorlanmışlardır. Psikopat bir anne tarafından yetiştirilmiş olan Manson, annesi fahişelik yaparken veya hapisteyken akrabadan akrabaya gönderilip durdu. Altı yaşındayken teyzesiyle yaşaması için Virginia’ya gönderildi. Sadist eniştesi, küçük yeğenine bir kız gibi davranmaktaydı.
Henry Lee Lucas da benzeri bir şiddete maruz kalmıştı. Küçük Lucas’ın annesi deli bir kadındı ve diğer sayısız istismarlarının yanı sıra, oğlunun saçlarını bigudiyle sarar ve onu okula kız elbisesi ile gönderirdi. Ne küçük Manson, ne de Lucas kadın gibi olmaktan hoşlanıyordu. Kadına bürünmekten hoşlanan efsanevî seri katil Edward Gein, bir travestiden daha fazlası, gizli bir transseksüeldi.
Gein kendisini bir kadına dönüştürmek için gösterdiği sapkın çabalarla, mezarlarından çıkarttığı kadın cesetlerinden yüzülmüş derilerle kendine bir giysi dikmişti. Bu korkunç kostümle- memeli bir atlet ve insan derisinden yapılma bir taytla, apış arasına yerleştirilmiş bir vulva- metruk çiftlik evinin etrafında dolaşır ve annesi gibi davranırdı.
Edward Gein, kadın gibi giyinen Norman Bates’in yanı sıra -Thomas Harris’in ‘Silence of the Lambs / Kuzuların Sessizliği’nde işlendiği üzere- gerçek bir kadın olmak için derin bir arzu duyan Buffalo Bill’in de canlı bir modeliydi.
Netice-i kelâm, XXY Sendromu’nun derin biçimde vurduğu kişilerin suça yatkınlığı -örnek yetersizliği nedeniyle- XYY Sendromu’yla aşırı erkekleşmişler kadar belirgin biçimde ortaya konamamakla birlikte, her iki genetik mutasyon insanların psikolojisini olumsuz etkilediği somut bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Konuları deştikçe genişliyor, kitaplar-filmler-vakalar uzadıkça uzuyor, kromozomlar mutasyona uğradıkça seri katil hikâyeleri durmaksızın çoğalıyorlar. Bir erkeğin kadın olma arzusunu, bir travestinin psikolojisini anlamak elbette hemencecik kavranabilecek bir ruh hali değil, dostlar, e fazla cinayet vakası anlatmak da moral bozucu oluyor, o zaman en iyisi kısa kesip megesleyelim.