Ankara’ya vasıl olduğumuzda bu olağan travesti gecesi, dünyanın bütün geceleri gibi kendi sabahına mağlup düşmekteydi.
Sıradan bir travesti günüydü. Kötü bir çarktı sanırsam. Çarkın ilk saatlerinde biraz para yapabildim. Derken, plakası bende yazılı, beş kişilik bir araç geldi. Dördüyle konuşurken, beşincisi, ikinci el mağazalarından 100 liraya aldığım -ki, satsam 20 lira veren çıkmaz- telefonumu gasp etti.
Biraz tartaklaştık. Arkadaşımın telefonundan “155 Polis İmdat” hattını aradım. Ahiret soruları sordular. Karakol, adliye, savcı falan… 20 lira etmeyecek bir telefon için gece beraber çalıştığım hırsız kardeşlerimin 5 yıl içerde yatmasına gönlüm razı gelmedi sanırsam. Hem biri çok çok yakışıklıydı. “Bir gün fırsat olursa eve götürebilirim” diye de aklımdan geçirdim.
Gecenin son demlerinde, kirli sakallı, ortalama sevişilebilir bir manti abla, “70 liram var eve gitmek istiyorum” diye yalvardı. “İyi. Bira falan alır, geçeriz” dedim. Çerez gibi geldi aslında. İyi sayılır. Aldım paramı. Bira içtik, öpüştüm falan… Aniden oral yapmak istedi. “Olmaz” dedim. Neyse, bir hamlede derdest edip üzerimden attım. Cüzdanında 100 lira daha görmüştüm. Çocuk bana şarkılar filan da söylüyor. Ben de insanım. Sarhoşum da… Ne yapalım? Arabasıyla gezmeyi teklif ettim. Aslında biraz da ben yazıyorum. Gece nereden alış veriş yapabilirdik, bilmem.
Masum içki denen bu bira, bira torbacılarının eline düşmüş yeni bir sektörün girdisi olmuş. Kıçıkırık birayı 5 liraya marketten almak mümkünken, şimdi, gecenin bu saatinde bira karaborsasından başka bir seçenek kalmadığından, el mahkum, 10 liradan 4 bira aldıracağız. Gezeriz falan olduk. Sanırsam ben de biraz hoşlandım.
En son Ankara’ya bir saat mesafedeki, Çermik’te bulduk kendimizi. Travesti olduğum için jakuzili bir oda tutmak zorunda kaldı. Çermik’te, 30 lira karşılığında bir saat kalınabiliyor. Odadaki havuzun içine girdik. Offf! Helal olsun. Çocukla bir saat seviştik. Zorlu çocukmuş. “Bu saate asla kalkmaz” dediğim organımı erekte etmeyi başardı. Bana yapacak bir şey bırakmadı. Bu kadar gayret, bu kadar oral… Neyse… İstemesem de penetre ediverdim. Hamamın sıcaklığı bir yandan, boşalmanın verdiği yorgunluk öte yandan; uyuklayıvermeyeyim mi?
Vay başıma gelenler! Sen, bir kısmı kendisinin verdiği banknotlardan oluşan çantamdaki desteyi de al, beni Ankara’ya bir saatlik yerde bırak, kaç. İyi mi? Aaaaa! Vay başıma gelenler!
Çok geçmeden hamamcılar kapıyı vurmaya başladı:
“Abla çıkmıyor musun?”
Aklım başıma geldi ama iş işten geçmiş. İstifimi bozmadan, onurlu ve asil duruş sergiledim. Bu tarafa, “Tamam, çıkıyoruz! Üfff, parası neyse veririz!” diye cevap yetiştiriyorum ama kendi kendime de “Şimdi boku yedik” diyorum.
Hemen çantayı açtım, baktım, çantamın yırtık yerine gizlediğim ’kaza bela parası’nı bulmamış. “Abla enişte kaçtı” dedi hamamcılar. Ayy! Ne diyeceğimi bilemedim. “Yok be! Ne kaçması? Ben yol verdim ona.” diyerek kırılan onurumu kurtarmaya hamle ettim.
Şimdi durum şöyle: Ankara’nın en belalı pisliklerinin ve Kürt ülkücülerinin harman olduğu şirin ve güzide bir ilçesindeyiz. Gece zifir. Dışarı çıksam; anlarsınız… Herhalde herkes, ayrı ayrı bana Ankara’nın yolunu tarif etmek için sıraya girer. Üstümdekiler de iş kıyafeti bu arada!… Kürdün, kurt kökenlisiyle nasıl başedilir? Kızz, kıpkızz başıma kızardım tabiyatiyle…
Ülkücü Kürt kardeşlerim son derece endişelendiriyordu beni. Hamamdan da yeni çıkmışım… Makyajla pek güzel görünmem gerçi ama ülkücü Kürt kardeşlerim, valla bana Banu Alkan’a bakar gibi bakmıyorsa ne olayım. Havuz da var hazır. “Bu havuzun yanında neler neler olabilir” diye içimden bir fetiş geçirmedimse insan değilim . Ama “Kürtlerin ülkücü cinsinin kafası gibi, politik kimliği de karışık olur” diye iyimser ihtimallere dayalı fikirler yürütüyorum.
Ay taksi kaça giderdi ki aslında? Bu ilçede bu saate taksi var mı ki? Neyse, Allahtan, benimle ilgilenen çocuğu ziyadesiyle yardımsever çıktı. Çocuk da çocuk valla; bıyıklar yanlardan sarkmış, bıçkın mı bıçkın. İçimden küfrediyorum. “Bu kadar Türk ülkücüsüsün madem, bu Türkçe ne böyle!” Esefle kınamalarımı benden başka kimse duymadı tabi. “TÖMER’i tavsiye etsem mi?” diye aklımdan geçirdim bir ara. Düşündüm; deli miyim ben ay! Sana ne elin Türkçe’sinden Sanki Türk Dil Kurumu’nun gönüllü müfettişiyim.
Neyse, söylediklerinden anlayabildiğim kadarıyla çocuk, bu saate ilçelerinde hiç bir vesaitin eksikliğinin çekilmeyeceğini endişe buyurmamam gerektiğini söylemekteydi. Allah’a da şükretmeyi de ihmal etmeden:
“Devletimiz, karakolumuz, jandarmamız görevinin başındadır. İstersen çocuğu ihbar edelim” filan diyor.
“Lüzumu yok” dedim.
Lokanta sordum. Yokmuş, ama olsun. Caanım devletimin içindeyim. TC.’deyim. Ne olmuş azıcık Türkçesi bozuksa? Kürtlerden ülkücü olamaz mı? Hele şu şartlar altındayken, eşyanın tabiatını tartışacak değilim. “Ülkücü Kürt kardeşlerim de pek felsefe tartışmayı sevmez zaten” deyip içimdeki sesleri susturdum.
“Taksi kaç lira yazar?” diye sordum.
150 civarında tutarmış. Ay, derin bir nefes aldım. Çok iyi. Hemen asil öz hakiki Türkçe’mle iyi bir araba olmasını rica ettim; eski bir araçla gitmeye razı olacaklardan değildim. Memleketimin güzide ilçesinde mecburen bir taksicinin uyandırılması ve yatağından kaldırılması gerekti. Neyse, benim gibi asil bir kadın için fazla bir zahmet sayılmaz.
Uyandırdılar taksiciyi. İçlerinden geçeni biliyorum. “Eşşek düştü gecenin olmaz bir vakti” demiyorlarsa, ben üç kere eşek olayım. Havamda hiç geri vites yok. Gecenin o vaktinde, o varoş ücralarında, kusursuz Türkçe’m ve kırılmış onurumla beklerken, “Bi’şey içer misiniz?” sorusuna muhatap kaldım. “İçmem” dememek için bir bardak kapiçino rica ettim. Olmadığını söylediklerinde, son derece büyük hayal kırıklığı yaşadım. Öyle büyüktü ki, gören, kapiçinosuz yaşayamam sanır.
Canım Çermik’in her yeri maşallah, Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle dolu. Türkçeleri bu imajı biraz bozuyordu ama ne yapcan? Alkolün kafası, hamamda kalmıştı. Kuyruğu dik tutmakta zorlanıyordum. Allah’tan ilçenin vatana yaptığı hizmetleri dinleme fırsatını yarı yarıya kaçırarak müsaade isteyip kalktık.
Sıra pençeleşmeye geldi. Burada öyle idareten tokalaşamazsın. Parmakların güçlü, sert, Türk gibi olmalı. Şöyle, av yakalamış leopar gibi kavramalı. Neyse ki, taksici o nispeten mülayim çıktı. O kadar ülkücü falan da değil. Ama sıkı çakaldı. İyi. Adam arabeskin en damarını biliyormuş. O bile güzel canım vatanımda. Hafif benim bacaklarımı kesiyor, arada penisiyle oynaşıyor. Canım benim.
Çok çok eskiden, bir travesti mi varmış, neymiş, onu sordu. Travestileri tanımadığım gibi aynı zamanda da kendilerinden hiç hazzetmediğimi söyleyerek konuyu kapatttım.
Anlaştığımız rakamı ödedim. Uyanması için müzik dinlemeliymiş. “Arabeks” istemediğimi söyledim. Halay havası açtı. “Müslüm yok mu?” dedim, belki ortak bir dil olur umuyorum. Bu sırada siki erekte olmuştu. Bana bakıyordu.
Aslında verdiğim 150’yi kurtarmak için bir fırsattı. Ama gece fazla yıpratıcı olmuştu.
“Sen benim abimsin. Hem biz Türk’üz. Müşteriye öyle davranılmaz. Bu senin ekmek kapın” gibi sözleri gayet kurallı bir şekilde cümle içinde kullanarak, bol nasihatli bir nutuk derledim.
Derhal vaziyeti kurtarmaya girişti. “Yanlış anladın ablacım”lar yaptı. Kızarıklıktan mustaripmiş, sabahları bacak arasını kaşımadan rahat edemezmiş. Hem ben onun ablasıymışım.
Ankara’ya vasıl olduğumuzda bu olağan travesti gecesi, dünyanın bütün geceleri gibi kendi sabahına mağlup düşmekteydi.