Derya Bengi’nin küratörlüğünde, önce İstanbul’da, sonra da Ankara’da, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılan “İşte Benim Zeki Müren” sergisi, sadece bir sanatçı güzellemesi değildi. Aynı zamanda, yakın Türkiye tarihinin, popüler ve gündelik kültürün, sosyal ve siyasi tarihin resm-i geçidiydi.
Alışıldık sergi formatından farklı olarak, küçük bir sinema salonunda Müren filmleri gösteriliyor, ihtişamlı ve kitsch sahne kostümleri spot ışıkları altında göz kırpıyor, evinden getirilmiş özel eşyaları, birazdan sahibi gelip içine yerleşecekmiş hissi yaratan bir ev dekoru içinde sergileniyordu.
Fotoğraflar, videolar ve eşyalar eşliğinde Zeki Müren’in hayat hikayesine, kariyerine göz gezdirirken, aynı zamanda ekonominin, siyasetin, küreselleşmenin, ahlaki normların, inançların ve hakim cinsiyet rollerinin eğlence sektörü ve medya üzerinde ne kadar etkili olduğunu da kavrama fırsatı veriyordu sergi.
Aralıksız çalan pes perdeden Zeki Müren şarkılarına, 20 yaş üstü herkes içtenlikle eşlik ediyordu. Eşlik ederken de, denk gelirse o şarkının hikayesini okuyor, bestecisinin, güfte yazarının fotoğraflarını görüyordu. Aynı şekilde, sahne kıyafetlerinin etrafına yerleştirilmiş fotoğraflara bakarak, kıyafetlerin sahibine ne kadar yakıştığını, onu ne kadar alımlı hale getirdiğini ve hiç de iğreti durmadığını fark ediyordu.
Yıllar önce Nalan Seçkin’in Bilgi Yayınevi’nden çıkan Zeki Müren biyografisini okumuştum. Fazlaca kontrollü ve yüzeysel bir anlatı olsa da, Müren’in hayatındaki bilinmedik birçok şeyi gözler önüne seriyordu. Yakın zamanda da Radyo Haftası, Radyo Alemi gibi dergileri ve Zeki Müren’in şöhretin doruğunda gezindiği (ki çok uzun bir dönem) zamanların magazinlerini tararken, sergide paylaşılan/ paylaşılmayan birçok anekdot, röportaj, olay ve bunlara ilişkin çarpıcı fotoğraflarla karşılaştım.
Müren, radyo dergilerinin yıldızıydı. Defalarca kapağa çıkmış ve özel ilavelere malzeme teşkil etmişti. Okurların en sevdikleri, en çok görmek ve dinlemek, hayatı hakkında her şeyi bilmek istedikleri şarkıcıydı. Halkın yegane eğlencesinin az sayıda sinema filmi ve radyo olduğu, daha televizyonun hayal bile edilemediği bu yıllarda, yani Elliler ve Altmışlar boyunca Müren, henüz şık ve güzel yüzlü bir erkek görünümdeydi. İnce gravatı, beşuş çehresi, kibar tavırları, gür ve kabarık saçlarıyla, dönemin platin saçlı yıldızları Gönül Yazar, Şükran Özer ile alışılmadık bir samimiyet içinde görülüyordu fotoğraflarda. Ya da uçarı, hayalci ve geleceği parlak bir assolist edasıyla, evindeki büyük radyonun önüne uzanmış; annesiyle dans ederken; kuliste meslektaşlarıyla sohbet ederken veya bir radyo emisyonu sırasında tesadüf ediyorduk O’na. Hatta Radyo Haftası Dergisi, onu “genç kızların pin-up’ı” olarak lanse ediyor ve her fırsatta bir posterini veriyordu.
Yetmişler’le birlikte Zeki Müren’de gözle görülür bir değişim, bir çiçeklenme hali hasıl oluyordu. Sahne kostümleri, aksesuarları, saç tuvaleti, ayakkabıları daha renkli, parıltılı ve iddialı olmaya başlıyordu. Hafif bir makyaj da eşlik ediyordu bu imaj değişikliğine. Bu dönemde de dergilerin ve gazetelerin değişmez yıldızı olmayı sürdürüyordu. Ama bu kez pozlar daha şuh, poz verilen mekanlar büyük otellerin havuzları, sahiller oluyordu. Tanga mayolar bu pozların gözde kıyafetiydi ve adaleli, çekici ve kimisi şöhretli erkekler de pozlara eşlik ediyordu.
Bundan sonraki Zeki Müren, bugünkü imajına bürünüyordu artık. Apartman topuk botlar, çizmeler; tüylü, payetli süper mini elbiseler, şortlar, apoletler. Boyalı, afro saçlar, fosforlu renklerle yapılmış göz makyajı, rujlar, allıklar… Sahne dekorları ise başlı başına haber konusu oluyordu. Tahtlar, asalar, sütunlar ve benzerleri.
Tüm bu abartılı, şaşaalı sahne tecrübesinin, hızlı gece hayatının ve iddialı açıklamaların sisinin dağıldığı anlarda hüzünlü, melankolik bir Zeki Müren’le karşılaşılıyordu.
Sözlerini Behlül Pektaş’la birlikte yazdığı “Mesut Bahtiyar” şarkısı, yıllar sonra Müren’in bu yüzünü görmemizi sağladı: Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim yalnızların yalnızıyım yalnızım dertlilerin dertlisiyim dertliyim aşıkların aşkıyım aşıkım ismim mesut göbek adım bahtiyar yıllarca hep böyle bildiniz siz Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz.
Bir Kemalettin Tuğcu hikayesine dönüştürmeye mahal yok ama Zeki Müren’in de birçok popüler figür gibi sahne ışıkları söndüğünde belirginleşen alacakaranlık hikayeleri olduğunu anlıyoruz. “İşte Benim Zeki Müren” sergisini hazırlayanlar, Müren’in özellikle çocukluğunun ağızda kötü bir tat bırakan yanını fark edelim istemişler. Babasıyla mesafeli ilişkisinin, beklenenden uzun süren çocukluk korkularının, ergenlikte evden uzaklaşmak için karşısına çıkan ilk fırsatı kullanarak yatılı okula yerleşmesinin özellikle altı çiziliyor.
Çocukluğa ilişkin anılar ve anlatılar, Müren’in cinsel kimliğini inşa eden yapıtaşlarının neler olduğunu görelim diye anlatılmış sanki. 6 yaşına kadar altına kaçırdığı ve 10 yaşına kadar anne-babasıyla uyuduğu, pek çok yaşantı içinden çekilip çıkarılmış. Sünnet olduğunda giydirilen sünnet elbisesini çok sevip bir ay üstünden çıkarmadığına ve sünnet töreninde yalvar yakar, kına yerine oje sürdürdüğüne dikkat çekilmiş.
Kültürümüzde, bir erkek çocuğun ana-babaya uzun süre bağımlı kalması, çocukluk evresinden ergenliğe daha yavaş geçiş yapması hiç de onay gören bir tecrübe değil. Kendi deneyimimden de bildiğim, kültürümüze içkin olan bu ataerkil baskının, çocuk psikolojisi alanında da kabul görüyor olduğu. Bir erkek, çocuk da olsa, hayatının hiçbir döneminde zayıf, korkak ve şefkate muhtaç olmamalı, en azından öyle görünmemeli bu anlayışa göre. Kendi bedeni üzerinde kontrol kuramayan, anne-babaya uzun süre bağımlı kalan bir erkek çocuğun eşcinsel olma ihtimalinin yüksek olduğu, “bilimsel bir gerçeklik” olarak kabul görüyor pedagogların çoğu tarafından. Bu manzara karşısında insan neye öfkeleneceğine şaşırıyor: eşcinselliği bir anomali, bir hastalık olarak gören zihniyete mi; yoksa duygusal ve bedensel zayıflığı/bağımlılığı eşcinselliğin ön koşulu sayan zihniyete mi?
Serginin her köşesinde Zeki Müren’in cinsel kimliğine ilişkin birtakım imalar ve işaretler sarmalıyordu bizi. Bu, “dilimin ucunda, söyleyemem ama siz anlayın” tavrı serginin en büyük fiyaskosuydu. Ama şaşırtıcı değil tabii. Müren’in bütün bir kariyeri, sarkacın bir ucundan diğerine savrularak geçti. Fiziksel görüntüsü itibarıyla alışıldık ve onay gören erkek prototipine asla uymuyordu. Ama hiçbir zaman eşcinsel olduğunu açıklamadı. Yer yer imalarla, esprilerle hemcinslerine duyduğu arzuyu ve hayranlığı dile getirdi ama hemen arkasından “durumu kurtarmak” adına geçmişte kadınlarla yaşadığı aşk ve seks maceralarını gündeme getirdi. Her iki Zeki Müren de her zaman basının iştahını kabarttı. Gün geldi, Müren’den çocuk aldırdığını iddia eden bir eski sevgili çıkarıldı ortaya, gün geldi tabloid bir gazete “Zeki Müren çocuk düşürdü” manşetiyle tiraj patlaması yaşadı. Manşetin hemen altındaki spotta, Müren’in sahnede dolaşarak şarkı söylerken, küçük bir çocuğa çarpıp düşürdüğü açıklaması yapılıyordu.
Tüm popüler figürlerin, dünyanın her yerinde kaderi olduğu üzre, zaman zaman magazinin ağına düşse de, bu memlekette Zeki Müren hep kollandı, korundu, onunla gurur duyuldu, sanat güneşimiz oldu. O da “aykırılığının” kefaretini otoriteye, vesayetçi politikalara bağlılığını yeri geldikçe dile getirerek/göstererek ödedi. Nihai ve toplu ödemesini de mirasını Mehmetçik Vakfı’na bağışlayarak yaptı. Sergide yer alan bir söyleşi videosunda, Türk ordusuna duyduğu minneti kendi ağzıyla da anlatıyordu bize. Vesayetçi politikalara ve kurumlara Türkiye toplumunun geniş bir kesiminin duyduğu bağlılık ve minnete o kadar güveniliyor ki, Zeki Müren sergisinde Mehmetçik Vakfı’nın bağış toplamak için stand açmış olması şaşırtmıyor bizi. Zeki Müren, ölümünden sonra bile güçlü devletin ve ordunun teminatı olabiliyor.
Türkiye toplumunun heteronormativitenin ihlali ile imtihanı Zeki Müren’le sınırlı değil tabii. Zeki Müren hayattayken aralarında tatlı/ekşi bir rekabetin de söz konusu olduğu Bülent Ersoy daha ayrıksı bir örnek. Müren’in tersine, hatırı sayılır bir nefret söylemine maruz kalan, alaya alınan Bülent Ersoy acaba böyle bir serginin ve sevgi selinin öznesi olabilir miydi, diye düşünüyor insan. Ersoy, 12 Eylül Askeri Cuntası döneminde, transseksüel ve travesti şarkıcılara getirilen sahne yasağını ihlal ettiği için tutuklanıp cezaevine konulurken, Müren’in Mehmetçik Vakfı’na hatırı sayılır bir servet bırakması, ikisi arasındaki farkı biraz daha belirginleştiriyor.
Ersoy’u Müren’den farklılaştıran temel ayrım ise onun biyolojik olarak da erkekliği terk etmesiydi. Bir transseksüel olarak Ersoy, Türkiye’deki homofobik nefret ve saldırganlığın sembolü haline geldi uzunca bir zaman. Cinsiyet değiştirme ameliyatı olduğu dönem, bugünle kıyaslayınca, ülkemizde eşcinselliğin ateşten gömlek olduğu bir dönemdi. Bülent Ersoy bir kadın olarak memleketine döndüğünde yaşanan infiali unutmak mümkün değil. Uzun süre, erkekler ne vakit birbirlerini aşağılamak ve ezmek isteseler, küfür eder gibi “ulan Büleeeent” diye seslendiler karşılarındakine.
Zeki Müren’in aksine kendisini kadın olarak niteledi Ersoy. İri memeleri, poposu, upuzun saçları ve gururla yanında gezdirdiği erkek sevgilileri ve evlilikleriyle homofobik saldırılara kafa tutarken, bir yandan da Allah’ın adını ağzından düşürmedi. Dini bayramları kutlamayı, geleneksel değerlere bağlılığını dillendirmeyi ihmal etmedi. Ezan okuduğu, dua ettiği videolar sosyal ortamlarda hala dolaşıyor. Onun kefareti, kendini koruma tarzı da bu muydu diye düşünüyor insan? İnançlı bir insan olup olmadığına, geleneklere bağlılığına yönelik bir sorgulama kimsenin haddi olamaz, ama kameralar önünde de dine ve ahlaka yapılan ısrarlı vurguda, muhafazakar kültüre tavizler vererek hayatta kalma çabasının etkili olması ihtimali var. Nitekim, ne zaman hizayı bozan bir çıkış yapsa, mesela zorunlu askerliği eleştirse, tarafına yönelen saldırganlıkla baş edebilmek için bu eleştirel duruşuna taban tabana zıt bir başka açıklama yaparak durumu kurtarmaya çalıştığını gördük hep.
Sözünü ettiğim mukaddesatçı tavrı, ille de direniş sanatları repertuarı içinde görmemek gerektiğini tekrar vurgulamak isterim. Bir insanın “norm dışı” sayılan bir cinsel kimliği olması, onun ille de eleştirel zekaya, muhalif bir tavra sahip olması, din ve geleneksel ahlak ile mesafelenmesi anlamına gelmez elbet. Ama bu bir tavize dönüşüyorsa, orda sorun var demektir.
Bitirirken Zeki Müren’e ve sergiye dönecek olursak, Müren’in dünyaca ünlü benzeri Liberace’in hayatı film oldu yakınlarda. Düşünüyorum da, Müren’in hayatı da filme yakışır. Ama tabii yine tabular, tedirginlikler, kamuoyu baskısı, şu, bu devreye gireceğinden eli yüzü düzgün bir şey ortaya çıkması zor.
Belki de Zeki Müren, memleketimizin bitmemiş hikayesi, tamamlanmamış projesi, inkar ile ikrar arasında salınan ruhudur, kim bilir?