Karda yürürken çıkan sesin meğer “Kürt Realitesi” olduğunu sonunda anlayan Türkiye, eşcinselliğin “3-5 ibnenin zevk-ü sefası ya da hafta sonu hobisi” olmadığını, bu toprakların realitelerinden biri olduğunu da eninde sonunda kabul edecektir.
Bu yazı Selami İnce ve Selçuk Candansayar tarafından hazırlanan “Cumhuriyet 85 Yaşında” adlı yazı dizisi kapsamında, 17 Kasım 2008 tarihinde, BirGün Gazetesinde yayınlandı
Hepimiz biliriz ki daha ilkokuldan başlayarak başımıza kakılan Türkiye Cumhuriyeti’nin amacı Batı’yı yakalamak, hatta Avrupa’yı geçmektir. Varoluş gerekçelerini açıkça Batı düşmanlığı üzerine kuranlar bile en azından Avrupa’nın kültürüne karşı çıksa da tekniğini alma gayreti göstermiştir. Çatışmalar rolleri değiştirirken Avrupa aşkıyla yanıp tutuşanlar, “madem öyle, buyurun” diyen AB karşısında sarsılabiliyor. 2000’lerin başındaki Hükümet, sanki lütufta bulunuyormuş gibi “ulusal program”ı ağırdan almayı tercih etmiş, merkezi iktidarın diğer ortakları ise AB’nin şeytanlıklarını sıralama yarışına girmişlerdi. “Kültürü kalsın, tekniği yeter” diyenlerin tekniği bir yana bırakıp, bir an önce Avrupa’nın siyasi kültürüne sarılmak durumda kaldıkları bir süreçte şekillenen AKP Hükümeti de söz konusu siyasi kültürün temsilcisi tarafından yeterince ilerlememekle, reformlardan uzak durmakla eleştiriliyor.
Avrupalılaşma sürecinde, Tanzimat artı ’70 yıl’, şimdi de 85 yıl geride kalırken, vatan-millet aşkıyla yanıp tutuşanların ve halkı halka rağmen yönetme azmiyle üstümüze çullananların iktidar bölüşümü ve rant kavgasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nden sorunların gerçek adını koyması ve onlarla yüzleşmesi bekleniyor. Karda yürürken çıkan sesin meğer “Kürt Realitesi” olduğunu sonunda anlayan Türkiye, eşcinselliğin “3-5 ibnenin zevk-ü sefası ya da hafta sonu hobisi” olmadığını, bu toprakların realitelerinden biri olduğunu da eninde sonunda kabul edecektir.
Eşcinsel realitesi belki de son inkârdır. Cumhuriyet Türkiye’sini sahiplenenlerin de onu her tondan ve kanaldan eleştirenlerin de tereddütsüz üzerinde anlaştıkları tek konu eşcinselliktir. Cumhuriyetin cinsiyeti ve cinsel yönelimine dair kurulacak bir cümle her zaman kenetlenmiş bir heteroseksüel blok ile karşı karşıya kalmıştır. Adlandırılması ve yüzleşme dereceleri farklı olsa da konuşulmadık konu kalmadığı halde 85. yılında bile sıranın eşcinselliğe gelemediğini görüyoruz.
Cumhuriyetin toplum projesinde kendine yer bulamayan eşcinseller sosyal ve politik hayattan kovulmuş olsalar da kadın kadına ve erkek erkeğe aşk ortadan kalkmamış ve her dönem kendi eşcinselliğini yaratmıştır. Son 15-20 yıldır görünür olan eşcinsellik öncesinde kabaca iki dönemden söz edebiliriz.
Bunlardan ilki sosyal-kültürel gerçeklik ile oryantalist efsane ve fantezilerin birbirine karıştığı saray-hamam muhabbetleri ile Osmanlı! Şark-İslam klasikleri üzerinden bazen düz bazen edebi bir anlatımla, eşcinsel varoluşun sosyal-kültürel hayatına dair ipuçlarına ve gerçeklerine ulaşmak mümkün. Pekâlâ, herkes kendi fantezisine göre fesli bıyıklı veya tüysüz nazenin Türk erkeklerinin arzı endam ettiği bir dünyada salınmak da isteyebilir.
Türkiye’nin yüzünü Batı’ya döndüğü Osmanlı’nın son döneminde, Batı’da dinin yaptırım gücü geride kalıyor, yerine bilim ve kanun aracılığıyla homofobi kurumsallaşıyor. Daha Erbakan doğmadan çok önce bu topraklara Batı’dan “homoseksüellik” değil ama homofobi gelmişti! Cumhuriyet dönemiyle birlikte de homofobik tutum ve uygulamalar politik arenada kurumsallaşıyor. Homofobinin kurumsallaşması eşcinselleri görünmez kılıyor. Eşcinsellik realitesi, bürokratik seçkinler arasından kovuluyor; sosyal, kamusal alanlarda telaffuz edilmemeye başlanıyor. Eşcinsel, günümüze kadar süren, suçu olmayan suçlu konumuna itiliyor. Görünmezlik ablukasıyla kuşatılan eşcinseller sosyal ve kültürel hayattan tümüyle dışlanıyorlar. Karanlık park köşelerine, kıyıda köşede kalmış bir iki hamama hapsedilen hayatlar, “ahlâksız”, “hasta” ve “sapkın” diye damgalanıyor. Yüzünü Batı’ya dönmüş Cumhuriyet Türkiye’sinde, hem sosyal hem politik alanı kaplayacak şekilde, eşcinsellerin payına düşen homofobi oluyor.
Tüm bu dönem boyunca, eşcinsellik, daha doğru bir anlatımla eşcinsel ilişki, sosyal-kültürel bir kıskaca alınıyor. Bu durum ikili bir tarzı şekillendiriyor. Eşcinsel birey, sosyal kültürel hayatını norm olan hetero hayata göre kuruyor/kurmak zorunda kalıyor, böylece adını koymadan gizlice eşcinsel ilişkilerini yaşıyor. Eşcinselim diye ortaya çıkmayıp, erkeklik ve / veya kadınlık kategorisinden beklenen davranışları yerine getirdiği sürece sosyal, ahlakî, dinî, siyasî kurumların şemsiyelerinin altında kolayca kendine bir yer bulabiliyor. Oyunu kurallarına göre oynayamadığı için veya riyakâr vicdanların topluca rahatlatılması için seçilen kurban niyetine, elbette köyün delisi misali her mahallenin bir “ibne”si olacaktır!
Derken 12 Eylül askeri darbesi ile Türkiye’de taşlar yerinden oynuyor. Tüm toplumsal kesimler gibi eşcinseller ve travestiler de büyük zulümlere maruz kalıyorlar. İkili oynayıp kendini gizleyemeyenler, kıyıya köşeye itilip zaten dışlanmış vaziyette olanlar metropollerden zorla sürülüyorlar. Buna paralel özellikle travestilere yönelik baskılar kısa sürede geri tepiyor. Ahlak polisinin, devlet televizyonunun ve diğer resmi kurumların eşcinsel ve travestilerin hayat alanlarındaki çemberi baskı, zulüm ve işkence ile daraltması, sorunun odaklaşmasına ve daha da görünür olmasına yol açıyor.
Yine askeri darbe ile sosyal kültürel ilişkiler değişikliğe uğruyor. Hâlihazırdaki örgütlenmeler ve bu örgütlenmelerin şekillendirdiği insan ilişkileri dönüşmek zorunda kalıyor. Daha önce sesi çıkmayanlar, söz hakkını kullanamayanlar, hâkim ilişkilerin kıyısında, gölgesinde kalanlar yeni sesler ve yeni açılımlar olarak sosyal hayatta bir bir ortaya çıkmaya başlıyorlar. Eşcinsel sesler de bunlardan biri olarak gün ışığına çıkıyor. İnkâr edilemeyen, tartışılan, konuşulan bir konu olarak eşcinsellik uzun zamandır gündemde yerini aldı. Eşcinsel dergileri, eşcinsel kültür merkezleri, eşcinsel sempozyumları ile 1 Mayıslarda, savaş karşıtı mitinglerde dalgalanan gökkuşağı bayraklarıyla Cumhuriyet projesinin hedeflemesin tersine bu toplumun sadece heteroseksüellerden oluşmadığı görüldü.
Sosyal kültürel hayatlar, ilişkiler değişirken yasalar aynı paralelde ilerlemedi henüz. Meclis tarihinde ilk kez eşcinsellere, görünür gerçek eşcinsellere kapılarını açtı; dinledi ama henüz kaale almadı. Cumhuriyet’in ilan edildiği Meclisin çatısı altında “eşcinsel” sözü hâlâ en büyük küfür niyetine telaffuz ediliyor. Ayrımcılık, Türkiye’de yasal açıdan suç teşkil ediyor. Cinsel yönelim ayrımcılığının da suç olarak tanımlanmasını istiyoruz ama talebimiz karşılık bulmuyor. Eşcinsel davranış Türkiye’de suç değil ama çalışma hayatında cinsel yönelim ayrımcılığı görünmez bir şiddet olarak karşımıza çıkıyor. Pek çok uzman ve klinik hâlâ kendilerine aileleri veya kurumları tarafından zorla getirilen eşcinsel bireyleri “tedavi” etmeye ve dönüştürmeye kalkabiliyor. Askeriye ise Türkiye’nin en güçlü ve söz sahibi kurumu olarak zaten kimseye fikir sormuyor ve işin en doğrusunu ben bilirim diye yoluna devam ediyor. Eşcinsel subaylar, askeri ceza kanununun 153. maddesine göre, “gayri tabiî mukarenet”, nitelemesiyle işten atılıyorlar ve haklarını arayamıyorlar. Askeri psikiyatri hâlâ 1973’ten kalan ve dünyanın terk ettiği uygulamalarla, eşcinselliği, hastalık olarak görüyor.
Cumhuriyetin emanet edildiği geçliğin de heteroseksüel olduğundan kuşku duyulmuyor. Eğitim ve öğretim alanında, eşcinsel ergenlere yönelik zorunlu heteroseksüellik politikaları, eşcinsel gençlerin kişilik, kimlik ve sosyal gelişimlerini sekteye uğratabiliyor. Homofobik tutum ve uygulamalar eşcinsel gençlere yönelik zulme dönüşebiliyor.
Eşcinsel görünürlüğünün yükselmesi özellikle metropollerde parkların ve hamamların terk edilmesini, eğlence sektörü üzerinden barların, kulüplerin ve benzeri mekânların ön plana çıkmasını beraberinde getirdi. Yeni mekânların yeni ilişkilere ve ilişkilenme tarzlarına yol açması haliyle gecikmedi. Önceleri eşcinsellerin fiziki şiddete maruz kalmaları ve hatta öldürülmeleri daha çok birincil ilişkiler dolayımıyla bir aile içi şiddet şeklinde yaşanırken artık yeni tarz ilişkilenmeler maruz kalınan fiziki şiddetin şeklini de çevresini de dönüşüme uğratıyordu. Eğlence sektörü ve periferisinde maruz kalınan şiddetin, henüz bir nefret suçu olarak telâkki etmektense, yaşı ve konumu ne olursa olsun eşcinsel bireylerin “kolay lokma” olarak görülmelerinden kaynaklanıp, ekonomik temelli olduklarını söylemek mümkün. Seksenli yılların ikinci yarısında polisin erkek eşcinselleri oyuna getirme/tuzağa düşürme taktiklerinden farklı olarak bugün “gey cinayetleri”nden söz edilebiliyor ve ağır aksak da olsa peşine düşüldüğünü görebiliyoruz. Bununla birlikte “ağır tahrik indirimi” ile eşcinsellerin öldürülmesi kanunlar tarafından teşvik ediliyor.
Eşcinsellerin görünürlüğü şüphesiz ki eşcinsellerin yaşadıkları sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi sorunların da görünürlüğü anlamına gelmektedir. Haliyle inkâr işe yaramamış, adının konulmasını ve yüzleşilmeyi bekleyen “eşcinsel realitesi”, heteroseksüel blokun 85 yıllık uzlaşmasına rağmen kendini yeniden var etmiştir.