Heteroseksüelliğin heykellerine tapınan, dahası kendi bedenine bir ayıp, bir kusur olarak bakan translar hep hüzünlendirdi beni.
Cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliğini sorgulamakla başlıyor bütün deprem.
Cinsiyete atılan küçük bir soru işareti, şüpheci bir bakış, bütün bir bellek şatosunun yıkımını başlatacak ve çoğunlukla huzursuz ettirecek, artık eskisi gibi olamayacak bir yıkımı başlatıyor.
Tüm algılarımızı, bedenimizi, kim olduğumuzu veya olacağımızı, olmamız gerektiğini belirleyen her şeyi alaşağı edecek sorgulamanın en temel, en önemli, en devrimci yanı cinsiyeti yani en ayıp, en yasak, en günah, en çok korkulan şeyi; bedeni sorgulamakla başlıyor bütün deprem.
Hal böyle olunca biz transseksüellerin, eşcinsellerin, biseksüellerin, kadın-erkek ikiliğini reddedenlerin, toplumsal cinsiyet normlarına uymayan/uymayı reddedenlerin en devrimciler, en huzursuzlar olmasını bekliyoruz, ya da çocuksu bir umutla ben bekliyordum.
Cinsiyeti sorgulayan birinin hele ki çok küçük yaşlarda (daha çok transseksüellerin deneyimlerinde olduğu gibi) kim olduğu ile ilgili bilerek veya bilmeyerek en yasak soruları soranların; büyüdüklerinde, iktidarı, iktidar ilişkilerini, devletin sömürü düzenini, bizi cinsiyetle bölen devletin bu ayrıştırmayı rengimiz, nerede doğduğumuz, hangi okulu okuduğumuz, uzun/kısa sağlıklı/hasta gibi yüzlerce, binlerce parçaya bölerek, ne giyeceğimizden tutun kimle nasıl sevişeceğimize kadar belirleme halini, deneyimli gözlerle görebileceğini, iktidarı böyle sorgulayabileceğini düşündüm uzun süre.
Devletseviciliğinin, konformizmin, tecavüzcüye duyulan aşkın bu denli güçlü olduğunu ve transların da bu kara komedinin bir parçası olabileceğini, ne yazık olabileceğini ve ne yazık olmayı seçtiklerini görmeden önceydi.
Hayat karşıma devleti çok seven, devlet için devlete borçlu olduğunu düşünen, devlet için uykusuz kalmak, vergi ödemek, nöbet tutmak sevdalısı transları çıkarttı.
Heteroseksüelliğe tapınmak yalnızca heteroların hastalığı değil.
Heteroseksüelliğin heykellerine tapınan, dahası kendi bedenine bir ayıp, bir kusur olarak bakan translar hep hüzünlendirdi beni.
Oysa cinsiyeti sorgulamakla başlayan yıkımın domino taşları gibi diğer iktidar kalelerini de devireceğini düşündüm.
Translar milliyetçi olamaz diye düşünüyordum, translar bağnaz/muhafazakâr olamaz diye düşünüyordum.
Önyargı duvarlarıma toslayan bu kez ben oldum, bunlar benim önyargılarım olduğu kadar umut ve temenni ettiklerimdi belki de.
Bir transın heteroseksüel düzene ayak uydurma çabası, zaten belli alanlara sıkıştırılmış hayatını evirip çevirip heteroseküel düzene cici bir şekilde sunmak için en çalışkan, en iyi çocuk olma çabasının beyhudeliğini, ne yaparsa yapsın asla yaranamayacağı ve ilk tökezlemesinde, ilk çatışmasında kendisine “travestiliği”nin sanki bir kusurmuş gibi yüzüne vurulabildiğini yılların “kadını” Bülent Ersoy’un başörtüsüyle ekrana çıktığında, kendisine alt tarafı kıçıkırık bir travesti olduğunun “hatırlatılmasını” ve hakarete uğramasını hepimiz gördük, işittik.
Elbette bu köle efendi ilişkisinin, mutlak onay makamı heteroseksüeller açısından birçok faydalı yanı olacaktır, hatta bu basit matematiği çözen bir hetero için durum içten içe keyif aldığı, yararlandığı, kullandığı, ezen-ezilen ilişkisinde muktedir olanın rahatsız olması beklenemez. Bu trajedi ancak bir transı hüzünlendirebilir.
Bunları neden dert edindiğimi biliyorum, kısa bir zaman öncesine kadar “sorunumun” ne olduğunu biliyorum diye anlatırdım bunu, ancak geldiğim noktada “sorunum”dan çıkıp var olma sebebimin bu olduğunu anlıyorum.
Ben insanları olduğu gibi kabul etmiyorum, bu yüzden aktivizm yapıyorum, bu yüzden ailemin “güvenli” evini terk ediyorum, bu yüzden bir transın öldürülmesini de, heteroseksüel ahlak karşısında kendini suçlu, ezik, eksik hissetmesini de kabullenmiyorum, bu yüzden bir transı, en çok bir transı sistem karşısında eletek öperken, kravat takarken görmeye katlanamıyorum. İnsanları olduğu gibi kabul etmiyorum ve onları rahatsız etmek istiyorum, değiştirmek, dönüştürmek, oyunlarını, düzenlerini bozmak, uykularını kaçırmak istiyorum.